Paltosuz bir adam… Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım;
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım..
Asım’ın nesli, hoş geldiniz!
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.
mısrası onun gerçekçiliğini “yaşadığı gibi yazdığını, yazdığı gibi yaşadığını” gösterdiği gibi,
Safahat’ı hakkında söylediği:
Bir yığın söz ki samîmiyyeti ancak hüneri.
mısrası hisli-samimi bir toplum özlemini gündeme getirir. O. Yüksel Serdengeçti’nin deyimiyle “Bizim Akif’imiz”:
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem.”
mısrasında da adalet anlayışıyla kendini göstermiştir.
Hüseyin Cahit Yalçın’ın, “Mehmet Akif’in hayatı, eserlerinden çok daha muhteşem bir şiirdir.” sözü, şu tablolarla daha iyi anlaşılıyor:
İbnü’l-Mukaffa hikâyelerin muhatabı olan insanları üç kısma ayırır:
Bir: Anlatılan hadisenin akışına kendini kaptırır ve sadece eğlenceli bir hikâye dinlemiş olurlar.
İki: Bu kısımdakiler, hikâyede anlatılmak isteneni fark eden, verilen mesajı kavrayan zeki kimselerdir. Fakat bunlar, hikâyeden öğrendiklerini kendi hayatında uygulamazlar.
Üç: Bu insanlar ise hem hikâyeyi güzelce idrak eder, hem de ondan çıkardığı sonuçları kendi yaşamında uygular. İşte bu üçüncü kısımdakiler, gerçek akıl sahipleridir. Çünkü onlar, bilgece yazılmış hikâyeleri bilgece okuyanlardır.
CÖMERTLİĞİ
Kilim
Bir akşam dostlarını çaya davet etmişti. Hasan Basri Bey’in evinde toplanıp öyle gitmeye karar verdiler. İkindi geçmek üzereydi. Güneş, gözleri kamaştırmıyordu. İşini bitiren Hasan Basri Bey’in evine geliyordu. Kapı hızlı hızlı çalındı. Akif’ti. Hasan Basri Bey şaşırdı.
– Hayrola bir şey mi oldu?
-Geldiler mi?
-Herkes tamam değil.
-Basri’ciğim, bu akşam çayı sizde içeceğiz.
-Çok iyi olur, sevinirim. Ama, sormamda bir sakınca yoksa, neden böyle oldu?
-Sorma, bizim odanın kilimini bir fakire vermişler de.
Kendisi vermişti, söylemek istemedi.
Palto
Ankara’da dondurucu bir kış; hava soğuk mu soğuk. Akif’in sırtında kır bir ceket; üşüyor, hissettirmemeye çalışıyor. Paltosu vardı oysa. Vardı, ama onu, birkaç gün önce kapısına gelen çıplak bir fakire giydirmişti.
VERİLEN SÖZ
Bir cuma günüydü. Müthiş bir kar yağışı başlamış, ulaşım durmuştu. O gün Akif, Mithat Bey’e gelecekti. Ama bu imkânsızdı. Ekmekçi, sütçü bile gelememişti. Öğleden sonra kapı çalındı. Gelen Akif’ti!
Ev sahibi hayretler içinde, “Nasıl geldin?” diye sordu. Her nasılsa Beylerbeyi’nden kalkan bir vapurla Beşiktaş’a geçen Akif, karda tipide oradan Çapa’ya kadar yürümüştü. Arkadaşı şaştıkça o da onun şaşkınlığına şaşıyordu:
“Ne var bunda? Geleceğim, diye söz vermiştim. Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felâketle yerine getirilmezse mazur görülebilir!” dedi.
KATİP EMİN (ERİŞİRGİL – Felsefe Profesörü)
‘’Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum.
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.”
Yıllar geçtikten sonra meslek sahibi oldu (Ziraat Nezareti, Baytarlık İşleri Dairesi-1911). Ama bu işi fazla uzun sürmedi. Çünkü çalıştığı daireye alınan bir genç katip Emin (Mülkiye son sınıf öğrencisi); haksız yere işten çıkarılınca, dayanamadı ve o da her türlü zorluğu göze alarak istifa etti.
Onun için haksızlık, dayanılmayacak bir şeydi. İşten çıkarılan genç, Mehmet Akif’in bu tepkisi-şartı sebebiyle; daha sonra tekrar işe alındı. Ardından da Mehmet Akif, amirlerinin, müdürünün (cimriliğinden dolayı sevmese bile Baytar Mektebinden Cerrahi dersi hocası) ricalarıyla işine geri döndü.
MERHUM İBRAHİM BEY
Safahat yayımlandığında, “Merhum İbrahim Bey” adlı şiirin başındaki açıklama, Katip Emin’in dikkatini çekti. Akif, bu açıklamada İbrahim Bey’i “veteriner âlimlerinden büyük bir zat” olarak tanıtıyordu.
Emin, merakını yenemeyerek İbrahim Bey’in kim olduğunu araştırdı. Emin, Akif daireye gelince sordu: “İbrahim Bey ulemadan değilmiş efendim. Acaba kimdir?”
Akif, çok sevdiği bir insanı büyük haksızlığın pençesinden çekip almak isteyen bir sesle,
“Kim demiş onu?!” dedi: “Albay İbrahim Bey, tanıdığım en ahlaklı ve en bilgili insanlardan biriydi. Onunla, orduya at satın almak için Adana, Şam ve Halep’e gittik. Birlikte çalıştığımız heyetin reisi idi. Her akşam bana Arapça, Farsça, Fransızca edebî eserler okuttu. Hiçbir gece bana hocalık, etmekten bıkmadı. Ne büyük bir adamdı o… Üvey oğlu Lütfi’yi yedi yıl onun öz oğlu sandım.”
BU ÇOCUKLAR KİMİN?
Bazı önemli eserleri beraber okumak için, her cuma sabahı Akif’e uğrayan Mithat Cemal,
O günlerde Akif’e öğleden sonraları gelmeye başladı. Çünkü sabah geldiğinde mecburen yemeğe kalıyor, bu da ailenin artık gittikçe göze batan fakirliği sebebiyle onu rahatsız ediyordu.
Bir cuma günü yine Akif’e uğradığında evde sekiz çocuğun gürültüsüyle karşılaşan Mithat Cemal şaşırdı. Çocukların beşi Akif’indi, peki diğer üç çocuk kimindi?
Ertesi cuma çocuklar yine oradaydı. Artık merakını yenemeyen Mithat Cemal, Akif’in bu gürültüye katlanmasına da şaşırarak sordu:
-Bu çocuklar komşunun mu?
-Hayır… Onlar benim çocuklarım… Hasan Efendi öldü de…
Hasan Efendi, Akif’in Baytar Mektebinden arkadaşıydı. Okulda, “Kim önce ölürse diğeri onun çocuklarına bakacak.” diye birbirlerine söz verdikleri arkadaşı…
AKİF VE SEVGİ NEDENİ
Onun hiç tanımadığı hâlde yürekten sevdiği insanlar, bu memlekete iyilik ve hizmet eden insanlardı.
Sivas Valisi Reşid Paşa’yı aylığını fakirlere dağıttığı için sevdi. Damat Kenan Bey’i Fransa’nın en zorlu okulu “Madenler Mektebi”ni, hem de iyi dereceyle bitiren ilk Türk olduğu için sevdi. Sedat Zeki Bey’i, Avrupa dillerini en iyi bilenlerden biri olduğu için sevdi. Hâkim Yahya Reşit Efendi’yi devleti büyük zarara uğratacak, fakat kendisini büyük servete boğacak rüşveti reddettiği için sevdi. Gazi Osman Paşa’yı Plevne’yi savunurken gösterdiği yiğitlikten dolayı sevdi.
Felsefe ve edebiyat bilgini Ömer Ferit (Kam) Bey, Akif’e Lamartine’nin bir eserinden, nasılsa onun gözünden kaçmış bir parça gösterdi. Akif, Lamartine’i çok severdi. Ferit Bey’i de o anda sevdi.
Fatin (Gökmen) Bey’i hem dini eğitim aldığı hem de bir matematik ve astronomi bilgini olduğu için sevdi. Akif, Kandilli Rasathanesinin kurucusu olan Fatin Bey için “İslam bilgini işte böyle olmalıdır, diyordu.
Türkiye’deki güzel işlerle ta Mısır’dan ilgilendi. Pendik Bakteriyolojihanesi (laboratuvarı) Müdürü Şefik (Kolaylı) Bey’e yazdığı bir mektupta Bakteriyolojihane’nin resimlerini istedi. O resimlere bakarak mutlu olacaktı.
Başarılı müzisyenimiz Şerif Muhiddin, Amerika’da konser verirken heyecandan yerinde duramadı. Ta Mısır’dan ona, parasızlığına rağmen, telgraf çekti. Sonucun hemen bildirilmesini istiyordu. Acaba Türk müziği Amerikalıları etkilemiş miydi? Onların Müslümanlara karşı düşmanca bakışları dostça bakışlara dönüşür müydü?
DİLLERLE ALÂKASI
Mehmet Akif, okulun Halkalı Baytar Mektebi son yıllarında cebine bir Fransızca sözlük ve François Fenelon’un kaleme aldığı Telemak (Les Aventures de Telemaque) adlı romanı koymuş, Fransızcasını ilerletmeye de başlamıştı.
Okulu bitirdiği 1893’ten sonra, memuriyetinin ilk yıllarında, Adana’dan Şam’a geçen Akif, gündüz ordu için satın alınacak atları muayene ediyor, akşam Binbaşı Nuri Bey’in oğlu Hüsamettin’e Arapça öğretiyor, gece de Sancaktar Otelinde mum ışığında Fransızca çalışıyordu.
Ali Fehmi Hoca’dan Arap Edebiyatı dersleri alıyor, Halis Hoca’dan bu edebiyatın ünlü eseri ‘Muallakat’ı okuyor, Farsça ve Fransızca çalışmayı da sürdürüyordu.
Sonunda:
Mehmet Akif, Mahir Bey ve bir grup milletvekiline Arapça-Farsça dersleri vermeye başladı. Sabah saatlerindeki bu dersten sonra Balıkesir milletvekili Hasan Basri (Çantay) ve arkadaşlarına önemli Arapça eserleri okutuyordu. Öğleden sonra Meclise geliyor, Fransızcadan çevirilerle uğraşıyordu. Gece de Hariciyede (Dışişleri Bakanlığı) hukuk danışmanı olan Münir (Ertegün) Bey’e ve arkadaşlarına Fars Edebiyatı dersi veriyordu. Samih Rıfat Bey’le yaptığı sohbetlerin konusu ise Türk Edebiyatı idi.
MÜZİK
Akif, Edirne’de Hafız Emin’le tanıştığı günden beri “Ben de hafızım. Müzik bilgim olmalı.” diyordu. Hafız Emin’in tanıştırdığı Neyzen Tevfik’ten ney ve nota dersleri aldı. Yoğun çalışma temposundan ötürü zamanı iyice daraldığından, Neyzen’in yanına ancak sabah işe başlamadan önce uğrayabiliyordu.Sonraları,Akif’in dostlarından biri de kültürümüze hizmet ettiği için sevdiği ud sanatçısı ve bestekâr Şerif Muhiddin (Targan) idi. Muhiddin Bey’in Çamlıca’daki evinde udunu dinlerken mest olurdu. O eve birgün Macar keman ustası Charles Berger konuk oldu. Akif, onun çaldığı eserleri gözlerini kapatarak dinlerken, Berger içinden, “Şu sakallı adam Batı müziğini anlıyormuş gibi yapıyor.” diye geçirmişti. Bir hafta sonra yine buluştular. Akif, Berger’e “Geçen hafta Bach’ın Chaconne’nunu çalmıştınız. Yine lütfetmez misiniz?” dedi. Berger sarsıldı; demek “Şu sakallı adam” Batı müziğinden bir hayli anlıyordu. Akif’in hayranları arasına Berger de katılmıştı.
BÜYÜK KARAKTER
Ünlü şair ve yazar Süleyman Nazif, Akif’i her gördüğünde, onun bir başka yönüne hayret ediyordu: “Arapçası ne kadar müthiş!”, “Fransızcası mükemmel!”, “Ne olgun bir insan!” “Fen bilimlerinden çok iyi anlıyor!”, “Ne büyük karakter!”..
AKİF GİBİ DOST
Akif, Ankara’dan İstanbul’a döndükten sonra bir müddet gelişmeleri takip etti. Toplum ve devlet hayatında hayal ettiği değişikliklerin hemen uygulanamayacağını anladı ve çok üzüldü. Bunun üzerine Kendisi için “O, bir Abbas bulur; ama ben bir Akif bulamam!” diyen dostu Abbas Halim Paşa’nın davetiyle 1923-1924 kışlarını ve son yıllarını Mısır’da geçirdi.
BAKANLIK..
Birgün arkadaşları onu Milli Eğitim Bakanı seçtirmek istediler. İşitince kıyameti kopardı.
-Ben kendimi ve evimi yönetemiyorum. Koskoca bir bakanlığı nasıl yaparım? Üstüme düşerseniz, mebusluktan da çekilirim, diyordu.
HASSAS DÜŞÜNCE
Temizdi. Bir gün, sırtında yazlık bir ceket, ayağında ütüsüz bir pantolon, kırarmış lâstik bir ayakkabı vardı. Hasan Basri Bey’le, Ankara’da koyun pazarına doğru gidiyorlardı. Arkalarında bir kahkaha koptu. Meclis Kanunlar Müdürü Niyazi ile Avukat Ahmet Hulusi, gülerek yanlarına geldiler. Akif niçin güldüklerini sordu. Gülmeyi artırdılar.
– Allah aşkına söyleyiniz!
– Ama darılmayacaksınız.
– Darılmam, sevinirim.
– Niyazi’ye dedim ki, bu adam bizim taraflara gelse, keçi tüccarı diye yüzüne bakan olmaz.
Bu söz, Akif’in hoşuna gitmişti. Ahmet Hulusi’ye birkaç kere tekrarlatmış, o da gülmüştü. Ancak o günler savaş günleri idi. Ülkemizin bazı yöreleri düşman işgalindeydi. Akif ve arkadaşları, böyle günlerde şık giyinmenin anlamsız olduğuna inanıyorlardı.
MİLLÎ MARŞ
ŞARTLAR DEĞİŞİYOR
Millî bir marşın yazılması için TBMM yarışma açmıştı. Milletvekillerinin de eserlerinin olduğu bu yarışmaya 724 şiir katılmıştı.
Mehmet Akif, para ödülü konulduğu ve bunu doğru bulmadığı için bütün ısrarlara rağmen yarışmaya katılmamıştı. Çünkü bir milletin marşı para karşılığında yazılamazdı.
Hasan Basri (Çantay), eline bir kalem kağıt alıp “Bu şiiri yazmak bana düştü.” deyince; Mehmet Akif:
-Gelen şiirler ne olmuş?
-Beğenilmemiş.
-Ya!
-Üstat bu marşı biz yazacağız!
-Yazalım, amma şartları berbat!
-Hayır, şartlar filan yok. Siz yazarsanız maddeler değişecek.
-Olmaz, kaldırılmaz, ilân edildi!
-Canım, Meclis buna bir çare bulacak. Sizin marşınız yine resmen Meclis’te kabul edilecek, güneş varken yıldızı kim arar?
-Peki bir de ikramiye vardı?
-Tabi alacaksınız.
(Yemin etmeyi sevmeyen Akif):
-Vallahi almam!
-Yahu lâtife ediyorum, onu da bir hayır kurumuna veririz. Siz, bunları düşünmeyin!
-Bizim isteklerimizi, Meclis kabul edecek mi ya?
-Ben Hamdullah Suphi Bey’le konuştum. Anlaştık. Hatta sizin adınıza söz bile verdim.
-Söz mü verdiniz, söz mü verdiniz?
-..
-Peki, ne yapacağız?
-Yazacağız!
Mehmet Akif tekrar tekrar:
-Söz verdin mi, diye sorduktan ve Hasan Basri Bey’den aynı kesin cevabı aldıktan sonra onun elindeki kâğıda sarıldı, kalemini eline aldı; Basri’nin daldığı yapma hayale şimdi o, gerçekten dalmıştı.
MEKTUP
Akif’in para ödülü hassasiyetini öğrenen Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, 5 Şubat 1921 günü kaleme aldığı mektubunda,
“Pek Aziz ve Muhterem Efendim,
İstiklâl Marşı için açılan yarışmaya katılmamanızdaki sebebin ortadan kaldırılması için pek çok tedbir vardır. Sizin talep edilen şiiri vücuda getirmeniz son çare olarak kalmıştır. Asıl endişenizin icap ettirdiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu etkileyici anlatımdan mahrum bırakmamanızı rica ederiz.” diyordu.
Mehmet Akif, para meselesi ortadan kalkınca İstiklâl Marşı’nı yazmaya razı oldu.
İKİ SAYFA
O günlerde Taceddin Dergâhının odalarından birinde Mehmet Akif ile Konya milletvekili Hafız Bekir Efendi de kalmaktaydı.
İstiklâl Marşı’nı yazarken bile Mehmet Akif, o kadar yokluk çekti ki, şiiri yazabilmek için sadece iki yaprak kâğıdı vardı. Bir yaprağa temiz kopyası çekileceği için tek yaprak yetmemiş; şiirin bir bölümünü mecburen dergâhın duvarına yazmıştı.
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.”
500 LİRA MÜKAFAT…Borç…Palto…
Mehmet Akif, yasa gereği Meclis kasasından çıkarılan 500 lirayı, bir kuruşuna dokunmadan, fakir kadınlara iş edindirmek için kurulan Dârü’l Mesai adlı hayır kurumuna bağışladı. Cebinde bir arkadaşından az önce borç aldığı iki lira vardı.
Erzurum milletvekili Ziya Bey ona bir latife yaptı: “Parayı niye almadın? Üstelik bana 250 lira borcun var.” Mehmet Akif, Ziya Bey’e sert bir eda ile karşılık verdi: “O iş başka, bu iş başka!”
Akif’in paltosu yoktu. Bazen, Baytar Şefik Bey’in paltosunu ödünç alırdı. Bir latife de Şefik Bey yaptı: “Keşke parayı kabul edip bir palto alsaydınız…” Fakat bu latife ona pahalıya patladı. Akif, bir süre Şefik Bey’le konuşmadı.
MİLLETE HEDİYE
Eşref Edip, birgün Mehmet Akif’e:
-İstiklâl Marşı’nı niçin Safahat’a koymadınız, diye sorunca:
-Onu millete hediye ettim, dedi; artık o, milletindir. Benimle alâkası kesilmiştir. Zaten o, milletin eseri, milletin malıdır. Ben yalnız gördüğümü yazdım, demişti.
İSTİKLÂL MARŞI
İstiklâl Marşı… O günler ne samimi, ne heyecanlı günlerdi. O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin bir acı karşısında bunalan ruhların, ıstıraplar içinde özgürlük dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lâzım…
YENİDEN YAZILMASI..
Mehmet Akif’in vefatından az zaman önce, bir grup misafir ziyaretine gelmişlerdi. Akif, bitkin bir hâlde yatmaktaydı. Söz, İstiklâl Marşı’na gelince oradakilerden birisi:
-Acaba yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı, deyince, bitkin hâlde Vatan Mehmet Akif birdenbire başını kaldırdı ve:
-Kardeşim sen ne diyorsun? Allah bu milleti, bir daha İstiklâl Marşı yazdırtmak mecburiyetinde bırakmasın, dedi.
“ASIM’IN NESLİ”NE:
Prof. Dr. Şerif Aktaş, “O, yeni bir insan tipi istiyordu. Çünkü o, devrin insanından şikâyetçiydi.” der.
Onun istediği insan, “Elimden ne gelir? Ben çaresiz bir vücudum.” demeyen; “Ben varım!” diyerek gücünü ortaya koyan insandır.
Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa eminim, budur ancak!
…
Sahipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır! (Hakkın Sesleri)
ANILMAK: VEFA
27 Aralık 1936 sonrası gün öğle ezanına doğru Bayazıt Camiine çıplak bir tabut geldi. Haberi alır almaz sağdan soldan koşuşturan üniversite öğrencileri o tabutu al bayrakla sarıp sarmaladı. Tabut, Edirnekapı Mezarlığına kadar arabaya konulmadan, devlet töreni olmadan öğrencilerin ve yolda kafileye katılan halkın omuzlarında taşındı.
Edebiyat Fakültesi öğrencisi Abdülkadir Karahan bir konuşma yaptı:
“Türk gençliği yalnız büyük bir şair değil, inancına son ana kadar sadık kalmış bir büyüğünü yitirdi. İstiklâl Marşı ufuktan ufka yayıldıkça o da milletin sevgisinde yaşayacaktır.”
Sonra bir ses yükseldi:
“Ey Çanakkale Şehitleri! Akif geliyor!”
Ondan kalan bir kat elbise, bir tüfek, İstiklâl Madalyası, bir saat, yastığının altında birkaç lira ve dünya durdukça konuşulacak bir hayattır.
…Kalabalık yaşlı gözlerle dağılırken; bir dörtlük yankılanıyordu gönüllerde:
Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince
Günler şu hayali de er geç silecektir.
Rahmetle anılmaktır amma ebediyyet,
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?
….
“Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana..
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.”
ÇANAKKALE GEÇİLMEZ
Mehmet Akif her sabah namaz için Sultan Ahmet Camii’ne gelir. Her gelişinde de yaşlı bir adamın kendisinden önce gelmiş olduğunu görür. Ne kadar erken gelse bu durum değişmez. Yaşlı adam mutlaka camiye ondan önce gelmiş bulunur. Ancak bu yaşlı nur yüzlü adam hiç durmadan gözyaşı dökmektedir.
Bundan sonrasını Mehmet Akif şöyle anlatıyor:
Bu yaşlı insanın yanına bir gün sokuldum ve niçin durmadan ağladığını sordum ve ona Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin enginliğini anlattım. Ama o yine ağlamasına devam etti. Bana: “Derdimi tazeleme, git” Dedi. Ben yine ısrar ettim. Çaresiz kaldı ve yine gözyaşları içinde bana şunları anlattı:
“Ben” dedi ,ikinci Abdülhamid zamanında binbaşıydım. Ailem çok zengindi. Ve ben bir subaydım, kışladan hiç ayrılamıyordum. Ancak bir gün anne ve babamın art arda vefat haberlerini aldım. Ailede benden başka da işlerimizi evirip çevirecek kimse yoktu. Çiftlikler, dükkanlar, mağazalar ortada kalmıştı. Hemen Sadarete bir dilekçe ile müracaat edip istifa etmek istediğimi bildirdim. Sadaretten (Başbakanlıktan) gelen cevap olumsuzdu. İstifam kabul olunmamıştı. Ben ikinci ardından üçüncü bir müracaatta daha bulundum. Ama her defasında ret cevabıyla karşılaştım. Bunun üzerine Hünkar’a (11. Abdulhamit Han’a) müracaata karar verdim. Bu kararımı sadarete bildirdim. İsteğim kabul edildi ve mabeyne alındım. Durumumu Hünkar’ a anlattım. Elimden geldiğince mazeretimin meşruluğunu ispata çalıştım. Hünkar istifa talebimden hoşlanmamıştı. Yüz ifadesinden bunu anlamak hiç de zor değildi. Ben ısrar edince isteksiz bir halde elinin tersiyle işaret etti: “Git, seni istifa ettik” dedi.
Ben sevinerek huzurdan ayrıldım, eve döndüm. Çünkü o dönemde gerek içte ve gerekse dışta karışıklıklar hat safhada idi. Rahat bir uyku çekmek için yatağa girdim. O gece rüya gördüm. Rüyamda Osmanlı ordusu tabur tabur, bölük bölük geliyor ve Efendimiz (s.a.v)’e teftiş veriyordu. (Bu ordu ki kısa bir müddet sonra bütün cihana karşı kavga verecekti. Ve bu ordunun teftişini bizzat Efendimiz (s.a.v) yapıyordu.) Yanında Dört Büyük Halife olduğu halde Efendimiz (s.a.v) önünden geçen bölük ve taburları teftiş ederken, O’ndan bir adım geride edep ve terbiye içinde, boynu bükük halde Abdülhamid de bulunuyordu. Derken benim tabur geçmeye başladı. Ancak tabur dağınıktı. Başlarında kumandanı yoktu. Efendimiz (s.a.v) bunu görünce Abdülhamid Cennet mekana dönerek: “Bu birliğin kumandanı nerede?” Diye sordu. O da “Efendim çok israr etti bizde istifasını verdik .” Cevabını verdi. İşte o zaman Efendimiz (s.a.v), beni bütün bir ömür boyu ağlatan şu sözü söyledi: “Ya Abdulhamit Senin istifa ettirdiğini biz de istifa ettirdik.” Söyledi. Efendimizin bu sözünü duyduktan sonra bütün dünyam harap oldu. Artık hayat benim için zindan oldu. Şimdi ben ağlamayayım da kim ağlasın?
Ve Mehmet Akif diyor ki:”Yaşlı adam ağlamasına, inlemesine devam etti.” Derdi çok büyüktü. Sessizce yanından uzaklaştım. Zaten başka yapabileceğim bir şey de yoktu. Zira bu pir-i fani, tesellisini yine Efendimiz (s.a.v)’den bekliyordu. Acaba Efendimiz onu kabul edecek miydi? Kabul edildiği müjdesi gelmeden belli ki inlemesi dinmeyecekti…
Söylenmiş güzel bir söz vardır: “Kendi rahatını düşünenler, milletin felaketini hazırlar.” Devlet adına, millet adına bir görev üstlenen kişiler asla görevini ihmal etmemelidir. Mesuliyet yükü kadar daha ağır bir yük olamaz.
AİLESİNİN BAŞINA GELENLER!...
İŞTE BU KADAR SAHİP ÇIKIYORUZ...
Mehmet Akif’e ailesine reva görülen hayatı hatırlatalım istedik. Kuru sevginin anlamsız olduğunu. vefasızlığın yüzsüzlüğümüzle yüzleşemediğini görelim istedik.
İstiklal Marşı Şairi, dava ve fikir adamı Mehmet Akif Ersoy’un çocukları bütün hayatlarını büyük bir yoksulluk ve sefalet içinde geçirerek göç ettiler bu dünyadan…
İstiklal Marşı Şairi, fikir ve dava adamı Mehmet Akif Ersoy’un çocukları uzun yıllar yokluk ve sefalet içinde yaşadıktan sonra bu dünyadan göçtüler. Yıllardır şiirleri okunan, fikirleri savunulan ve örnek bir şahsiyet olarak gösterilen Mehmet Akif’in çocuklarına sahip çıkılmaması ise manidar bulunuyor.
Mehmet Akif’in İsmet Hanım’la evliliğinden Cemile, Feride, Suad, Emin ve Tahir isimli beş çocuğu bulunuyordu. Mehmet Akif’in büyük oğlu Emin Ersoy askerlik görevini yaptığı sırada, koğuştaki arkadaşlarına Kur’an okuyup tefsir ettiği gerekçesiyle Divan-ı Harbe verildi. Tutuklanan Ersoy, çavuş arkadaşının yardımıyla askeri cezaevinden kaçarak, o dönemde Fransız manda yönetimindeki Kırıkhan’a kadar geldi. Kırıkhan’da yakalanan Ersoy ve arkadaşı Türkiye’ye iade edildi. Cezasını çeken talihsiz adam uzun yıllar yoksulluk içinde yaşadı. Bunalım içinde yaşadığı bir gün solcu yazar Çetin Altan’a kadar giderek yardım isteyen Emin Ersoy, olaydan kısa bir süre sonra Beşiktaş’ta bir çöp kutusunun yanında ölü bulundu.
Kızını evden atmaya kalktılar
Babası Mehmet Akif’in emekli maaşıyla geçinen küçük kızı Suat Ersoy da 1991 yılında üzücü olaylarla karşılaştı. Kızları Ferda ve Selma Argon’la birlikte Beyoğlu’nda yaşayan Suat Hanım evden atılmak istendi. Bu üzücü olayın gazetelerde yer alması üzerine dönemin Başbakanı Turgut Özal, Suat Hanım’a Halkalı’da bir daire tahsis etti. Ancak ekonomik sıkıntılar ailenin yakasını bir türlü bırakmadı. Evini satmak zorunda kalan Suat Ersoy Hanım, Kadıköy’de Vakıflara ait döküntü ahşap bir eve taşındı. Suat Ersoy hanım bu evde zor günler yaşadıktan sonra yaşama veda etti.
Cenazesinde kimse yoktu
Mehmet Akif’in küçük oğlu Tahir Ersoy ise tercüman olarak çalıştıktan sonra emekli oldu. 2000 yılında da karaciğer ve kalp yetmezliğinden vefat etti. Emekli maaşı yeterli olmadığı için Ankara’da SSK’ya bağlı bir hastanede tedavi edilen Ersoy, daha sonra İstanbul’a getirilerek, Esma Hatun Hastanesi’ne yatırıldı. Ancak hastalık iyice ilerlemiş olduğundan tedavi sonuç vermedi ve Tahir Ersoy hayata gözlerini kapadı. Tahir Ersoy’un cenaze törenine ise ne yazık ki çok az insan katıldı.
İmdadına yetişemedik
Kitabevi Yayınları’ndan çıkan “Ali İlmi Fani’nin Rıza Tevfik’e Mektupları” isimli kitapta Akif’in oğlu Emin Ersoy ile ilgili bir anekdot yer alıyor. Akif’in yakın arkadaşlarından Ali İlmi Fani bir gün bir mektup alıyor. Mektup Kırıkhan hapishanesinden geliyor. Yazan Akif’in büyük oğlu Emin Ersoy’dur. Akif’in Mısır’da yaşadığı bir dönemdir. Kırıkhan ise o dönemde Fransız manda yönetimindeki Hatay’a bağlıdır. Ali İlmi olayı şöyle anlatıyor:
“Akif’in oğlunun başına gelen felaketten tabii haberimiz yok. Bir gün elime Bereketzade Cemil Beye hitaben yazılmış bir mektup tutuşturuyorlar. İmzaya baktım, ‘Kırıkhan hapishanesinde mevkuf Mehmet Akif Beyin mahdumu Emin.’ İçini okudum. Diyor ki: ‘Kırklareli’nde vazife-i askeriyemi ifa ediyordum. Arapça bildiğim için ara sıra arkadaşlarıma Kur’an okur, ayetleri tefsir ederdim. Bu hareketim irtica mahiyetinde görüldü. Divan-ı Harb’e tevdi olundum ve tevkif edildim. Tevkifhaneden şimdi benimle beraber bulunan çavuşumun delalet ve himmetiyle firar ettik. İstanbul’a geldik, ordan bir vapura atladık. Mersin’e çıktık. Mersin’den yaya olarak Antakya’ya gelirken yoldaki karakolhanedeki jandarmaar halimizden şüphelendi, pasaportlarımız olmadığından her ikimizi de Kırıkhan kazasına gönderdiler. Şimdi bizi Türkiye’ye iade edecekler. İmdadımıza yetişiniz.’ Maalesef imdatlarına yetişemedik, çünkü mektup yazılıp elden ele bana gelinceye kadar günler geçmiş, kendileri de hududu aşmıştı. Bilmem ne ceza verecekler? Akif Bey’e yazmadım. Çocuğunki divanece bir harekettir. Asker koğuşunda Kur’an tefsir olunur mu? Bugünki inkilab rejiminden bu derece gafletin manası ne? Zavallı Akif Bey refikasıyla beraber kendi canlarının derdiyle uğraşırken yeni bir bela ile karşılaşıyor. Kimbilir ne kadar müteessir olacak.”
|
HAC-UMRE KAMPANYAMIZ | ||
VEFAAT EDENLER | ||
ONLINE SAYAÇ | ||||||||||||||
|
||||||||||||||