SİYERİ NASIL OKUMALIYIZ?!
Birincisi ve en önemlisi:Siyeri Kur’an’ın hakemliğinde ve Kur’an’ın gölgesinde öğrenmek zorundayız. Bu ilk ilkemiz çok önemlidir. Kur’an’ın hakemliğinin ihmal edildiği bir siyer okuması sahibine her an yanlış yaptırabilir. Peki, Kur’an’dan bu alanda nasıl bir hakemlik isteyeceğiz? İşte bunun cevabı:
· Efendimiz’in şahsiyetinin anahtarlarını Kur’an’dan öğrenmelidir. · Efendimiz’in Allah katındaki değer ve kıymetini Kur’an’dan öğrenmelidir. · Efendimiz’in görevlerini, yetkilerini, sorumluluklarını ve bunların sınır ve hudutlarını Kur’an’dan öğrenmelidir. · Vahyin ilk muhatabı olması sebebi ile Kur’an’ın O’nu nasıl inşa ettiğini ve bunun yöntemini Kur’an’dan öğrenmelidir. · Özellikle vahyin iniş sürecini ve bu süreçteki mesajların sıralamasını dikkate alarak, Efendimiz’in Kur’an gölgesinde nasıl bir şahsiyet eğitimine tabi tutulduğu Kur’an’dan öğrenilmelidir. · Bir beşer olarak Efendimiz’in Kur’an gölgesinde yetiştirilirken buna nasıl karşılık verdiğini Kur’an’dan öğrenmelidir. İkincisi:Siyer üzerinden Kur’an’ı, Kur’an üzerinden de siyeri okumalıyız. Üçüncüsü: Siyer-i Nebi’yi, Siyerü’l-Enbiya’dan ayırmadan öğrenmek zorundayız. Dördüncüsü: Siyeri sadece bir tarih kitabı olarak değil, bugünü anlatan önemli bir kaynak olarak okumalıyız. Beşincisi: Parçacı okuyuştan bütüncül okuyuşa geçerek, bütününü parçaya kurban etmemek zorundayız. Altıncısı: Siyeri sadece satırlardan değil, olayların içerisine dâhil olarak okumalıyız. Yedincisi: Siyeri kesinlikle sebep-sonuç ilişkisi ile okumak, birini birine, yani sebebi sonuca, sonucu sebebe kurban etmemeliyiz. Sekizincisi: Siyerin cereyan ettiği zamanı, mekânı, kültürü, sosyal yapıyı ve o günün şartlarının oluşturduğu psikolojiyi dikkate alarak okumalı, bugünden hareket ederek o günü değil, o güne giderek o günü okumalıyız. Dokuzuncusu: Siyeri sadece Efendimiz’in yaşadığı ortamı ve hayatını anlama adına bir bilgi alma şeklinde okumamalı, her gün yeniden ve bir kez daha keşfetmek için okumalıyız. Onuncusu: Siyerin sahibi olan Efendimiz’in bu bereketli mirasını insanüstülüğü esasına dayanarak değil, model insan ilkesini öne çıkararak okumalıyız. Onbirincisi: Siyeri tek başına Efendimiz’in hayatından ziyade, o nübüvvet medresesinin yetiştirdiği talebeler olan Sahabî efendilerimizle irtibatlandırarak okumalıyız. İşin nasıllığı konusunda çok şey söylenebilir, ama biz bu kadarı ile yetinelim. Siyer konularını anlatırken izlemiş olduğunuz yöntem ve usulden kısaca bahseder misiniz? Aslında biraz önce söylediğim ilkeler, siyeri anlatırken bizim kendi benimsediğimiz yöntem ve usûl ilkelerinden bazıları idi. Ben sadece o ilkelerden bir tanesini biraz daha açmak isterim müsaade ederseniz. Nedir o? “Siyeri sadece satırlardan değil, olayların içerisine dâhil olarak okumak...” İşte biz genelde bunu yapmaya çalışıyoruz. Siyerin hangi sayfası olursa olsun, anlamaya çalışırken yapmaya çalıştığımız şey budur. Tarihten kopmadan bizatihi tarihi olayların içerisine girerek, ama işi sadece orada bırakmadan kendimizi de o olayın bir parçası olarak kabul ederek okumaya çalışıyoruz. Mesela; Uhud’u işlerken Uhud’un o acı sayfalarını sadece kitaplardan kaynaklardan okumak yerine; “Ben olsaydım Abdullah ibn Cübeyir’in komutasındaki 50 okçudan biri acaba ben ne yapardım?” “Ben olsaydım Ebu Dücane gibi, Allah Resulü bana emanet etseydi o kılıcı acaba ben nasıl öderdim o kılıcın hakkını? Bunun gibi olayları satırlardan okumak ama satırlarda bırakmayıp sadrına da içine de dâhil olarak bizatihi o tarihsel olayın içerisinde canlı bir aktör olarak yer alıp, o günleri bizzat yaşayarak bugünün dünyasına izler taşıyabilmek… Genel anlamda bizim yapmaya çalıştığımız bu. Çünkü ancak böyle yaptığımız zaman o yaşanmış tarihi olaylardan gerçek manada istifade etmiş olabiliriz. Sadece işi hissiyatla sınırlandırmak da doğru bir şey değil, sadece işi akliyata hapsedip de hissiyatı devre dışı bırakmak da doğru bir şey değil. Siyer okumalarında da Kur’an okumalarında olduğu gibi temel bir ilkemiz olmalı… O ilke nedir? Kur’an’ın mesajları akılları ikna ederken, yürekleri tatmin eder. İşte biz de böyle yapmak zorundayız. Siyer okurken de akıl ve yürek dengesini ihmal etmeden, akıllarımızı ikna ederken yüreklerimizi de tatmin ederek, yüreklerimizi de işin içine katarak his dünyamızı da ihmal etmeden bir okuma yapıp bugünün dünyasına o günün o silinmez izlerini taşımak zorundayız. Bizim için en büyük örneğin peygamber olduğunu biliyoruz. Onun örnek hayatını bugüne nasıl yansıtırız? Biz bugün yaşadığımız bu hayatta, nerede duruyorsak, hangi hal üzereysek acaba Efendimiz (a) yaşasaydı bugün sorun yaşadığımız noktalarda bize nasıl bir söz söylerdi, nasıl bir örneklik yapardı? sorusunu her daim sormak zorundayız. Çünkü Efendimiz’in (sav) Usve-i Hasene oluşu gerçekten de bugünün dünyasında bizim ihtiyaç duyduğumuz her alanda ve her anda söz söylemesi anlamına gelir. Bakın, çok ilginçtir; Kur’an Usve-i Hasene ifadesini sadece üç yerde kullanır: İkisi Mümtehine Sûresi’nde, biri Ahzap Sûresi’nin 21. âyetinde... Burada şu soruyu sormamız lazım: Neden Kur’an insanlık için model şahsiyetler olan peygamberlerin birçok hususiyetlerini bize aktırırken, özellikle 25 peygamber içerisinden hadi biz Üzeyr’i, Lokman’ı ve Zülkarneyn’i de sayalım 28 peygamber içerisinden sadece iki peygamber için bu ifadeyi kullanır? Neden mesela, Kur’an Hz. Musa’ya (as) Usve-i Hasene demez? Neden Hz. İsa’ya demez, neden Hz.Zekeriya’ya ya da Hz. Yusuf’a demez de Usve-i Hasene ifadesini sadece Hz. İbrahim ve ailesi için Mümtehine Sûresi’nde ve Ahzab Sûresi’nin 21. âyetinde de Efendimiz (sav) için kullanır? Aslında bu soruya cevap verdiğimizde Rabb’imizin Usve-i Hasene ifadesine yüklemiş olduğu anlamı daha iyi kavramış oluruz. Sebebi nedir? Sebebi şu: Kur’an’ın anlattığı o peygamberlerin hayatlarından biz birçok şey öğreniriz. Ama peygamberlerin ikisi dışında hiçbirinde hayatın her alanına dair örneklikleri ne yazık ki bulamıyoruz. Mesela biz Hz. Süleyman’ın hayatında ideal bir devlet adamlığının örneğini görürüz, gücün ve iktidarın ahlakının nasıl olması gerektiğini görürüz. Ama Hz. Süleyman’da ideal bir fakir ahlakını göremeyiz. Fakirlikte nasıl bir ahlak sergilenmesi gerektiğini göremeyiz. Çünkü onun hayatında böyle bir sayfa olmadığı için böyle bir örneklik olmamıştır. yoktur Gelin Hz. Yusuf’un hayatına… Kur’an onun içinde Usve-i Hasene demez. Onun hayatının anlatıldığı kıssa, kıssaların en güzeli olmasına rağmen, diğer tüm kıssaların aksine orada bir kronoloji olmasına rağmen, Kur’an onun için bu ifadeyi kullanmaz. Neden? Çünkü biz Hz.Yusuf’un hayatından çok şey öğreniriz; ama ideal bir evlilik hayatının nasıl olması gerektiğini öğrenemeyiz. Çünkü Hz. Yusuf’un hayatının bu sayfalarını bilmiyoruz. Nasıl bir baba olmuştur? Nasıl baba olup da çocuklarına bakmıştır? Kayınbabası ile kayınvalidesiyle nasıl bir ilişki kurmuştur, bunları bilemiyoruz. Bu örnekleri uzatın gitsin. Ama gelin Hz. Peygamber’in (sav) hayatına… Ne sorarsanız sorun, cevabını O’nun (sav) hayatında bulacaksınızdır. İdeal bir baba, ideal bir evlat, ideal bir muallim, ideal bir talebe, ideal bir devlet başkanı, ideal bir ordu komutanı, ideal bir kayınbaba, ideal bir damat… Neyse aklınıza gelen… Hayatın hangi alanında aklınıza ne geliyorsa bunun karşılığı, Efendimiz’in (sav) yaşadığı hayatta vardır. İşte biz Usve-i Hasene ifadesini böyle anlarsak, böyle bir şekilde zihnimizde kalbimizde ne olduğu konusunda doğru bir karşılık oluşturursak, O’nun (sav) hayatından daha fazla istifade etme imkânları üretebiliriz. Daha doğru bir ifade ile kendi dünyamızı daha güzel imar etme ve hepsinden önemlisi Rabbimizi razı edecek bir hayat ortaya koyma yollarını bulabiliriz. İnsanların zihninde günümüze kadar oluşan birçok peygamber algısı mevcut… Şimdiye kadarki okumalarınızdan sizde oluşan peygamber algısı nasıldır? Tabii, algılardaki kırılma ne yazık ki insanın bir kaderi… Bu sadece peygamber algısıyla olan bir şey değil. Hatırlayın, Habil ile Kabil peygamber çocuklarıydı. Aynı ana ve aynı babadan olmalarında rağmen onlarda da ciddi bir kırılma oldu ve o kırılmanın neticesinde biri birinin katili oldu. Dolayısıyla insan olmak aslında bir yönüyle bu tarz hataları, bu tarz eksiklikleri bünyesinde barındırmak demektir. Zaten insanın kaderi kirlenmektir. Eğer öyle olmazsa Allah’ın rahmet ve mağfiretinin bir anlamı olur muydu? Böyle bir hakikat ortada olmasına rağmen bu tarz kırılmaların varlığı sahiplerini haklı göstermez. Biz, ‘neden oldu?’ sorusunu da sormak zorundayız. Peki, ne olmuştu da İslam toplumlarında bu kadar kısa bir zaman sonra çok büyük kırılmalar ortaya çıkmıştı? Elbette ki, tarihte yaşanan bazı acı olayların ve büyük kırılmaların birçok sebebi vardı. Ama en temelinde yatan sebep, o gün yaşayan insanların birçoğunun Hz. Peygamber’in miras olarak bıraktığı o temel hakikatlere tam anlamıyla sahip çıkmamaları ve o mirasın yaşadıkları o sorunlara söylediği sözleri anlamamalarıydı. Efendimiz (sav) Veda haccında yüz bini aşkın sahabenin şahit olduğu o son buluşmada tüm insanlığa şöyle bir miras bırakarak gitmişti: “Ben size iki şey bırakıyorum, sarıldığınız müddetçe asla dalalete, asla yanlış yollara sapmazsınız; birisi Allah’ın kitabı, diğeri ise benim sünnetim.” Yani bırakılan miras Kur’an ve sünnet… Kur’an ve Kur’an’ın en büyük yorumu olan sünnet… Dolayısıyla biz bu mirası doğru bir biçimde anladığımız zaman ve bugünün dünyasına da doğru bir biçimde taşıdığımız zaman dalalete kapı açmayacağımız muhakkaktır. Öyleyse, ister o gün olsun ister bugün olsun İslam toplumlarında fikri ve ameli sapmalar, kırılmalar yaşanmışsa bunun sebebi sahih ve selim bir Kur’an ve Sünnet anlayışından oluşan sapmalardır. Bu sapmalar, çok farklı ve değişik hallerde ortaya çıkabilir. Mesela; şekli önceleyip, manayı ihmal ederek olabilir. Lafzı önemseyip, maksadı devre dışı bırakarak olabilir. Bizlerin dışındaki dünyaların bize yaptıkları olumsuz telkinlerin neticesinde olabilir. Özellikle İslam dünyasının siyasal anlamda gücünü kaybettikten sonra savunmacı bir tepki ile meseleleri anlama çabasından kaynaklanan düşünceler şeklinde olabilir. Dolayısı ile Hz. Peygamber (sav) ile kurulacak bağın yani O’nun (sav) mirasını anlama çabalarının farklılığı muhakkaktır. Bu konuda yapılması gereken en önemli husus; gerek Kur’an’ın, gerek Peygamber’in (sav) ilk muhatapları olan Sahabe neslinin bunu nasıl anladıkları ve nasıl kavradıklarıdır. O nesil, Kur’an’ın da açık beyanı ile “Allah’tan razı olmuş ve Allah’ı razı etmiş” bir nesil olarak bize doğru bir peygamber algısının nasıl olacağı yönünde önemli örneklikler bırakmışlardır. Bugün biz, Sahabe’nin bu örnekliğini anladığımız oranda, Hz. Peygamber ile aramızda doğru bir bağ kurmamız söz konusudur. Sahabe, Efendimiz’in (sav) mirası olan sünneti; “Müslümanca düşünme ve Müslümanca yaşama” biçimi olarak anladı. Ama gelin görün ki biz, Müslümanca düşünmeyi hayatlarımızda sağlamadan, Müslümanca yaşamaya çalışıyoruz. İşte bizim mevcut siyer okumalarından elde ettiğimiz peygamber algısı böyle bir temele dayanıyor. M.Emin YILDIRIM |
HAC-UMRE KAMPANYAMIZ | ||
VEFAAT EDENLER | ||
ONLINE SAYAÇ | ||||||||||||||
|
||||||||||||||